Gözlerini açtığın anı düşün. Sabahın ilk ışıkları odana vuruyor dışarıdan gelen kuş sesleriyle yeni bir güne başlıyorsun. Kahveni eline alıp pencereye yöneliyorsun ve hayatının düzenli akışına devam ettiğini hissediyorsun. Peki ya bu hissin, tamamen seni kandıran bir illüzyon olduğunu söylesem? Yaşadığın hayat bir başkasının rüyasıysa ve o kişi uyandığında senin varlığın da sona erecekse?
Bu fikir, insan zihninde şöyle bir sarsıntı yaratıyor. Ama aslında bu soru, yüzyıllardır filozofların, bilim insanların ve sanatçıların zihnini meşgul ediyor. Antik Yunan filozofu Platon, “Mağara Alegorisi” ile insanoğlunun algıladığı gerçekliğin aslında bir gölge oyunundan ibaret olabileceğini söylemişti. O zamandan bu yana insanlık, “Gerçeklik nedir?” sorusunun peşinden koşuyor.
Daha yakın zamana gelirsek, René Descartes‘in “Düşünüyorum, o halde varım” sözü de aslında bu sorgulamanın bir parçasıdır. Descartes, duyularımızın bizi yanıltabileceğini, hatta bir “kötü bir ruh” tarafından kandırılıyor olabileceğimizi iddia etmişti. Yani gördüğümüz, duyduğumuza güvenemeyiz; tek bildiğimiz şey, düşünebiliyor olmamızdı.
Bu felsefi sorular, zaman içinde bilim ve teknolojinin de ilgi odağı oldu. 20. yüzyılın sonlarında Nick Bostrom adında bir filozof, Simülasyon Teorisi‘ni ortaya attı. Bostrom’un iddiasına göre, eğer gelecekte teknolojik olarak yeterince gelişmiş bir uygarlık varsa, kendi atalarının hayatlarını simüle etmek için sürekli simülasyonlar oluşturabilirlerdi. Bu durumda, bizlerin de bu simülasyonlardan birinin içinde yaşıyor olma olasılığı çok yüksek olurdu. Elon Musk gibi dünya çapında tanınmış kişiler de bu teoriyi ciddiye alıyor ve “Gerçek bir dünyada yaşıyor olma ihtimalimiz milyarda bir” diyor.
Bu fikirler sadece akademik düzeyde kalmadı, pop kültüre de damgasını vurdu. Matrix filmi, tam da bu soruları merkeze alır. Filmde, insanlar gerçekte birer bataryaya dönüştürülmüş, makineler tarafından yaratılan bir simülasyonun içinde yaşıyorlar ve bu simülasyonu “gerçek hayat” sanıyorlardı. Neo karakteri, bu illüzyondan kurtulup gerçeği görmeye çalışırken, seyirciye de şu soruyu soruyordu: “Yaşadığınız hayat gerçekten sizin mi, yoksa başka birinin kurgusu mu?”
Peki ya rüya içinde rüya fikri? Inception (Başlangıç) filminde rüya katmanları oluşturularak, gerçeklikle bağlantı tamamen koparılıyordu. Rüya içinde rüya, ve belki de o rüya da bir başka rüya… Bu sonsuz döngüde, hangi noktanın gerçek olduğunu belirlemek neredeyse imkansız hale geliyordu. Filmde karakterler, gerçekliklerini “totem” adı verilen kişisel nesnelerle sorguluyorlardı. Peki ya bizim totemimiz ne? Gerçekliği anlamak için elimizde somut bir kanıt var mı?
Şu an bu yazıyı okurken bile, beynin elektrik sinyalleri aracılığıyla bu harfleri anlamlandırıyor. Ama ya bu sinyaller de bir simülasyonun parçasıysa? Ya şu an yaşadığın an, bir başkasının zihninde dönen bir senaryonun kısım kısım oynatılmasıysa?
Tüm bu soruların sonunda belki de asıl önemli olan, gerçek olup olmadığını sorgulamak değil, yaşadığın anın değerini bilmektir. Eğer hayat bir rüya ya da simülasyon ise bile, bu bizim gerçeğimizdir. Var oluşumuzu anlamlandıran şey, gerçekliğin kaynağı değil, o gerçeklikle ne yaptığımızdır.
Ve belki de en esrarengiz olanı şudur: Güneş saatine göre bir insan, dünyada 70 yıl yaşarsa, aslında sadece 8.6 saniye dünyada kalmış oluyor. Bu süre, neredeyse bir rüya görme süretine eşit. Şu an “yaşıyorum” dediğin hayat, belki de başkasının rüya süretidir. Ve “ölüm” dediğin şey, o kişinin uyanması anlamına geliyor olabilir mi?
Bir yanıt yazın