Beynimize her şeyi olduğu gibi gösteren, kusursuz bir kamera gözüyle bakıyoruz ama aslında işler pek öyle yürümüyor. Çünkü beynimiz, dış dünyayı birebir yansıtmak yerine eksik yerleri tamamlayan, gerektiğinde uyduran ve en önemlisi bizi hayatta tutmaya odaklanan bir sistemle çalışıyor.
Dış dünyadaki ışık gözlerimize ulaşıyor, retina tarafından elektrik sinyallerine çevriliyor ve beyne gönderiliyor. Ama burada büyük bir sorun var: Beyin bu verilerin hepsini işleyemeyecek kadar tembel. O yüzden bir kısmını kullanıyor, eksik olanları ise “yaklaşık” diyerek tamamlıyor. Mesela gözlerimizin tam ortasında bir kör nokta var ama hiçbirimiz bunu fark etmiyoruz. Çünkü beyin, çevredeki görüntüleri kopyalayıp yapıştırarak orayı otomatik olarak dolduruyor. Resmen beynimiz içimizdeki grafik tasarımcı gibi çalışıyor.
Olay sadece eksik parçaları tamamlamakla da bitmiyor. Şu an yaşadığımızı sandığımız anlar aslında birkaç milisaniye öncesine ait. Çünkü beyin, gördüğümüz, duyduğumuz ve hissettiğimiz her şeyi tek bir uyumlu gerçeklik haline getirmek için bir süre bekliyor. Yani aslında yarım saniye geçmişte yaşıyoruz. Bir nevi beynimiz bizi geriden getiriyor ama bunu fark ettirmiyor.
Şimdi soruyorum, kırmızı bir elma gerçekten kırmızı mı? Hayır, değil. Çünkü renk dediğimiz şey tamamen beynimizin yaptığı bir çeviri. Elmanın üzerindeki pigmentler sadece belirli dalga boylarındaki ışıkları yansıtıyor ve gözlerimiz bunu algılıyor. Ama kırmızı rengini gören gözlerimiz değil, beynimiz. Hatta bazı hayvanlar bizim göremediğimiz renkleri görebiliyor. Yani belki de senin mavi olarak gördüğün bir rengi başkası yeşil olarak algılıyor ama bunu asla bilemeyeceğiz. Çünkü beynimizin yaptığı çeviri, doğduğumuzdan beri öğrendiğimiz bir sistemin parçası.
Gece karanlık bir odada otururken mutfaktan bir ses geldiğinde beynin seni “Kalk ve bak” diye uyarmıyor, direkt “Tehlike var, kaç ya da savaş” moduna alıyor. Bunun sorumlusu ise beynin içinde küçük ama korkularımızın patronu olan amigdala. O sesi duyar duymaz, beynin en kötü ihtimali göz önüne alarak tehlikeyi abartıyor ve seni harekete geçiriyor. Aslında mantıklı düşünsen, o sesin rüzgarla düşen bir kaşık olabileceğini fark edebilirsin ama beynin bunu bekleyemez. Çünkü atalarımız “Bu çalıların arasında hışırtı var ama belki de bir kuştur, önce bir bakayım” deseydi, muhtemelen o günün yemeği olurlardı. O yüzden beyin hala en kötü senaryoya odaklanarak bizi tehlikelerden korumaya çalışıyor.
Düşün, her saniye milyarlarca veri alıyoruz ama hepsini aynı anda işleyebilsek muhtemelen kafayı yerdik. Beynimiz bu yüzden verimli bir şekilde çalışmak için sürekli verileri filtreliyor. Eksik bilgileri tamamlıyor, gerçekliği geciktirerek gösteriyor, renkleri, sesleri, hisleri yorumluyor ve en önemlisi tehlikeleri olduğundan büyük göstererek bizi hayatta tutmaya çalışıyor. Kısacası beyin, dünyayı olduğu gibi değil, bizim için en iyi şekilde yorumlayarak gösteriyor.
Şimdi buraya kadar okudun ve düşündün, değil mi? Peki, şu an gördüğün dünya gerçekten gerçek mi? Yoksa beyninin oynadığı büyük bir oyun mu? İşte bunu asla bilemeyeceğiz. Bildiğimiz tek şey, gerçeklik dediğimiz şeyin tamamen beynimizin içinde olup biten bir çeviri süreci olduğudur.
Bir yanıt yazın